“Ben okuma bilmem.”
Ruhani varlık, başka bir bölgede konuşulan Arapça lisanında “ikra” diyor olabilirdi. Başka bir manayı mı kastediyordu? “İkra” yani gruplandır, toparla ve tek tek say demek istemiş olmalıydı. Ama neyi gruplandırmalı ve bir araya toplamalıydı ki sayabilseydi?
Ruhani varlık konuşmaya başladı:
“Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku, Rabbin ikram sahibidir. O kalemle yazmayı öğretendir. O, insana bilmediklerini öğretti.” (Alak Suresi)
Sanki sözler Hz. Muhammed’in kalbine yazılmıştı. “İkra”, belki de kalbine “yaz” demekti.
İkram, eşyaya şekil verebilen, alet yapabilen ve var olan bir varlıktan yeni bir varlık ortaya çıkarabilen Rabden yapılmıştı. İnsanı ortaya çıkaran ve onu çeşitli aşamalardan geçirerek şekil veren Rabdi. Bu aşamaları sınıflandırmak için anne karnında olan bebeği anlamak lazım değildir. O aşamaların her biri aynı zamanda terbiye ve eğitim demektir. Beden şekillenirken ruh ve nefis de ona uyar. Ruh ve nefis şekillenirken beden de şekillenir.
İkram, gönderilen kitaptır. Büyük nimet o muydu? Yoksa neydi?
Peygamberlik terbiyesi ve prensipleri kitabın yanı sıra kalbe gelmişti. Bu hale alışmak zaman gerektirecekti. Kalp nimeti almıştı. Orada bir gül açılmıştı. Kalbe inen fikir bir gül gibi açılmıştı. Peygamberlik bir iş değildi. Seçilmişlikti; ezeli olanı yanında bilerek ebedi olana geçiş yapmaktı. Kaynak olan gül sarhoşluk veriyordu. Bağlılık ve sadakat yaşanan sarhoşluktan gelen geçici kokulardı. Sonra onlar benimsenecektir. Alınan bir nimettir. Sonsuzluktan gelen nimet kula sunulan sadakat ve bağlılıktır. Bu rabbin kula vefasıdır. Kul da evet, aynını gösterecektir…
Vefa, yaşanmışlıklara saygı duymak ve birçok şey paylaştığın insanları hatırlamak demektir. Sözünde durmak, vaat ettiklerini yerine getirmek, sadık kalmak demektir. O el Emin’di. Emin olan kişi dostuna akrabasına ve insanlara vefalı olurdu. Rabbine de öyle.
Yakınlarına vefasından olmalıdır ki, Hz. Muhammed onlara şöyle seslendi:
“Kureyşliler! Ey Abdulmuttalib oğulları! Ey Abdülmenaf oğulları! Ey Zühre oğulları!” İnsanlar koşup geldiler. Hz. Muhammed, vereceği haberlere itibar edip etmediklerini sordu. Acaba, tepelerin ardından gelecek bir ordudan bahsetse inanırlar mıydı şeklinde. Onlar, ona güvendiklerini ve inanacaklarını söylediklerinde, şiddetli bir azaba karşı tedbir almaları gerektiğini söyledi…
Zülmecaz panayırına gelen yabancı bir ziyaretçi kalabalıktan şöyle seslenildiğini işitti:
“Ey insanlar! ‘Lâ ilahe illallah” deyiniz de, kurtulunuz!” Ziyaretçi ona ilgisini verdiğinde gördü ki, bu sözleri söyleyen kişi hangi caddeye girse halk onun seslenişine dönüp bakıyor ve başına toplanıyor, birbiri üzerine yığılıyorlardı. Kimse ona seslenmiyor sadece seyrediyorlardı. O konuşmaya devam ederek hep:
“Ey insanlar! “Lâ ilahe illallah deyiniz de, kurtulunuz!” diyordu. İki bölük halinde örgülü saçlı bir adam da, o nereye giderse arkasından gidiyordu. Sonra dikkat kesilen kalabalığa:
“Ey insanlar! Bu, sizi aldatıp da baba ve atalarınızın dininden vazgeçirmesin! Bu, dinden çıkmış bir yalancıdır!” diyordu. Durumu izleyen kişi merakla, önde gidip seslenenle ardından yalanlayanı oradakilere sordu. Cevaben şöyle bilgi verdiler:
“Muhammed b. Abdullah’tır. Kendisi, peygamber olduğunu söylüyor. Ardında ki ise, onun amcası Ebû Leheb’dir!..”
Kureyş ileri gelenlerinden Utbe bin Rebia, Hz. Muhammed’e geldi. O kendi adına hareket etmiyor şehrin yönetimi adına konuşuyordu:
“Ey kardeşimin oğlu! Biliyorsun ki; kabile içinde şeref ve soyca aramızda üstün bir konumdasın. Fakat kavminin başına büyük bir sıkıntı getirdin, onların birlikteliğini bozdun, kafalarını karıştırdın, ilahlarını ve dinlerini ayıpladın, babalarından gelip geçmiş olanları görmezden geldin. Gel, sen beni dinle. Sana bazı şeyler teklif edeceğim. Onlar hakkında düşün. Belki onlardan bazılarını kabul etmek işine gelir.”
Utbe, ve dostlarına göre insanlar arasında bu şekilde bir fırtına koparan kişi ya mal istiyordur veya şöhret kazanıp lider olmak istiyordur. Öyleyse ona istediklerini vermekte bir sakınca yoktu. Nasıl olsa onu idare edecek başka tedbirler alabilirlerdi. Vefanın sınırları ona göre sıradandı.
Utbe, “yok gerçekten bulunduğun durum bir hastalıksa, büyüyse veya cin musallatlığı ise tedavisini ettirebilecek yol bulalım,” dedi…
Hz. Muhammed olayların kendisini takip etmekte olan rabbi tarafından tertip edildiğini düşünüyordu. “O beni terbiye etmek istiyor olmalı” diyordu. Onun bu yorumu rabbini unutmaması ve ona olan vefasıydı.
Peygamber olmak aynı zamanda insanlara rehberliğe alışmaktı. Bunun içinde onların onur kırıcı muameleleriyle başa çıkma da vardı. Her halin alınacak bir dersi vardı.
Daha bitmemiş olmalıydı ki, Mahzumoğulları’nın lideri Velid bin Muğire, Hz Muhammed’i nasıl tarif ederiz tartışmalarına yeni bir bakış açısı kazandırmıştı. O, Mekke’nin “Nedve” isimli meclisinde putperestlere sorular yönelterek hangi kılıf veya kalıbın Hz. Muhammed’e uyacağını tespit etmeye çalışmıştı.
Velid; “o ancak bir sihirbazdır, sözleri de başkalarından öğrenip naklettiği bir büyüdür.” dedi.
YALNIZLIK VE VEFA
Vahyin öncelikli hedefi Hz. Muhammed idi; başka kimse değil. Onun teslimiyeti anlaması, putperestlerin sorularından ve isteklerinden daha önemliydi. İnsanların demesiyle o; ne ayet getirebilir ne de mucize gösterebilirdi.
Davetin gelişim etaplarını ilahi irade belirliyordu; insanın zaman ile yer belirlemesi meşru değildi. Hz. Muhammed, Putperestler alay etseler de Müslümanlar gücenseler de ilahi belirleyişi beklemeliydi! İlahi tertip ve düzene güvenmeyi öğrenmeliydi. Çark hep dönecekti.
“Herhangi bir şey için, Allah’ın dilemesi dışında: “Ben yarın onu yapacağım” deme…” (Kehf, 23-24)
Sen iyi ol, kalbin yalpalamasın! Sen bil, herkes bilecek. Sen yap, herkes yapacak. Sen git, herkes gelecek. Sen iman et, herkes edecek. Sen çevrene bakmadan yürü, tek başına ol. Sen bana yetersin. Sen; ol, ben sana yeterim.
Hz. Muhammed, davete devam etti. Kâhin, büyülenmiş, deli, mecnun, şair ve sihirbaz gibi ithamlara sabrediyordu. Çevresinden bu sözleri işittikçe yalnızlaşıyordu. Panayırlarda konuşacak insan ararken ardından:
“Bu delidir, inanmayın sözlerine” kelimelerini dinlediğinde yalnızlaşıyordu. Hz. Muhammed, kendi yalnızlık halvetinde düşünüyordu; “manadan başka ne var? İnkârcılar, maddenin bir hayal olduğunun farkında değiller mi?” Putperestler ise: “Maddeden öte ne var? Mana hayalden ibaret değil mi?” diyorlardı.
İmanın tadı en çok zorda ve darda kalbe geçiyordu. Çoğunluğun iman ettiği yerde iman, menfaat icabı oluyordu. Çoğunluğun inkâr ettiği bir davayı yalnız başına ancak iman eden bir kişi üstlenebilirdi. İman, zayıfı güçlü yapıyordu. Vefa imandan gelen bir lezzet birikimiydi.
Hz. Muhammed sabrı denenenlerden biriydi. Müminlere yapılan eziyetlere öfkeleniyordu. İnsana düşen zincirin halkalarını doğru dizmek ve tabiatın işleyişine aşina olmak yani tabiat hukukuna vefaydı. O tabiatın işlemlerine göre davranıyordu. Rabbin terbiyesiydi tüm bunlar. Vefa rabbini bilmekti.
İstekler hemen karşılanmıyordu ve her zorluğun bir eceli vardı. İlahi manaların anlaşılması Hz. Muhammed ile başlıyordu. Önce onun denemesi ve yaşaması gerekiyordu. Vefa onun yaşamı olmuştu.
“De ki, benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm alemlerin rabbi Allah içindir.” (Enam 162)
Yahya BAL
LİSE DKAB ÖĞRETMENİ